Âh çocuklar
gibi ellerimi çırpsam anlayan olur mu beni?
"Yaşasın
yağmur yağdı, kuş uçtu.” diyerek sevinsem hani?..
Zaman şalını gecenin
omuzlarına atarken, yürümek geçiyor içimdeki yollardan. Yürüyorum,
yağmur sonrası suskunluğun içinden geçerek. Hani ter kokularından arınmak için duşa gireriz
ya? Her yıkanma sonrası, yani ki her arınma sonrası efsunlu bir ferahlamaya
bırakırız ya bedenimizi? Bedenden ruha
doğru sirayet eden bir rahatlamanın yumuşacık kucağında buluruz ya kendimizi.
Bir anlık bile olsa nasıl güzeldir o his. İşte bu yorgun kent, işte bu terlemiş
sokaklar, caddeler, ağaçlar da öyle. O güzelliğin içindeler şu an. Yağmur
sonrası bir nefes alma….
En çok yıkanmış kokular
cezbediyor beni. İğde çiçekleri. Hanım elleri. Beyaz, pembe, ebruli ve ah
kırmızı güller. Beyaz ve kırmızı karanfiller. Itır. Leylak. .. Eşlik ediyorlar
bana her attığım adımda ve soluduğum nefeste. Ben onları duydum diye, içime
çektim diye seviniyorlar. Şükür ediyorlar varlıkları için bir daha. Ve
dudaklarıma kokulu bir gülümseme konuyor. Tatlanıyor hayat…
Fakülte Hastanesinin
önünden geçiyorum. Başımı kaldırıp ışıklı camlara bakıyorum. Belki bir hasta
refakatçisi, karşılaşıyor bakışlarımız. Gamsız kedersiz olduğumu sanıyordur
belki. Yerimde olmak geçiyordur hazan bahçesi yüreğinden. Ah nereden bilsin,
kaç kere hasta yatağında hasta. Kaç kere bir hastaya yoldaş olmuştum? Bir tek Cerrah Paşa’da aylarca “Hey gidi
Cerrah Paşa içmem suyundan içmem.” Şarkısını hıçkırıklarla söyleyip yutmuştum.
Fark etmiştim ki, hastanın bana ihtiyacından
çok benim ona ihtiyacım vardı, kendi yaralarımı sarmak için. Sonra,
bir Doğu hastanesinde dillerini bilmediğim insanların bir tek beni
“Garip!” diye çağırmalarını anlayabilmiştim. Ve bir Garip’in etrafında pervane
olan o güzel bakışlı insanlarla hep bakışarak anlaşmıştım…
Ah yol bitiyor, eve geliyorum yine. Ama bitmiyor iç caddelerimde
yürümeler. Duygularıma sarıp sarmaladığım yağmur, kelimelerimi süslediğim
kokular bir yazının kaderi oluveriyorlar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder